Baruh Sipinoza


İnsanoğlunun hayatını tek bir kelime ile tanımlayacak olsam, basit derim. Basittir insanoğlu. Bu basitliği sanki çok büyük bir şeymiş gibi hayatına da bulaştırır. Hayatı da basittir bu yüzden. Kamil abi de öyle bir insandı. Hayatı kadar kendisi de basit bir insan. 2 odalı barakadan bozma evinde çocukları doysun diye; ölmeden önce, her işi yapardı Kamil abi. Abi dememe rağmen yaşı neredeyse babama denkti. Fakat ailem ona çok da saygı beslememem gerektiğini düşündüğünden bana abi deme konusunda baskı yapmışlardı. Zaten saygı dediğimiz şey de hayatın içerisinde bundan farklı değildi. İnsanlar ancak kendinden üstün olanlara saygı duyarlardı. Eğer karşınızdaki kişi sizden üstün değil fakat yaşça büyükse daha sevimli mahlaslarla hitap ederdiniz. Bu sayede onları umursamadığınızı, kirli bir acıma duygusu ile belirtirdiniz onlara.

  Balık mevsiminde Kamil abi balığa çıkar oltasına takılan hayvanlara acımadan hayatta kalmak için kullanırdı. Hayatta bir şeyleri kullanmak hem de hiç acımadan kullanmak gayet normaldi. O yüzden Kamil Abinin eleştirilmeye ihtiyacı yoktu. Onun sadece para eden şeylere ihtiyacı vardı. O gün icra ettiği mesleğin ekipmanları dışında, pet şişesine doldurduğu demli rakı ve elleriyle sardığı sigarasını taşımaya özen gösterirdi. Dünyadaki cezamın 13. yılını doldurmak üzereyken Kamil abi bana: “evladım, hayat gönülsüz bir ticaret gibidir. Almak istemesen de sana bir şeyler satar, boyun eğmezsen, ölürsün. Boynunu eğmez, ahan da bu olta gibi dik tutarsan boynunu; gene ölürsün. Demem o ki her türlü ölürsün. Bırak o yüzden kazanmaya çalışmayı. Ticaretten keyif almaya bak. Ben de isterdim anasını satayım şu meledi bırakmayı. Ben de isterdim koca koca odalı saraylarda oturmayı. Gel gör ki istemekle bir şey olmuyor. Aslında hiçbir şey olmuyor. O yüzden bırakın da derdiyle bir saydığımız bu dünyayı raconuna göre unutalım. ”

 Racona önem verirdi Kamil abi. Gençliğinde yaşadığı ilginç anıları anlatırken daima racon üzerinde dururdu. Bazen küfürler sayardı bu racon denen herife bazen de ne kadar güzel bir şey olduğunu söylerdi. Tabi 13. yılımız daha biz nereden bilelim raconun anlamını. O dönemler, tecrübesizliğime verin,  raconu Tanrı gibi yukarıdan bakan bir şeyler emreden bir din lideri sanırdım. Daha sonradan anladım ki, racon Spinoza’nın yazdığı Törebilim kitabının Türkiye’deki adıymış. “Vay anasını satayım” dedim o gün, “Kamil abi Spinoza mı okumuş ?”
  Okumuş ya da okumamış, bir şey fark etmez. Okumadıysa ne ala, bizim Kamil abi Spinoza okumadan ahlak üzerine maksimler belirliyor olmasın? Bu konuşmaları cezamın 18. yılında filan yapmıştım kendimle. Tabi o zamanlar Kamil abiden uzağım. Zaten yaz tatilinde ailemin kafa dinlemek için gittiği bir köyde tanışmıştık Kamil abiyle.
  Her şeyi geride bırakmadan önce aklımdaki bu sorunun peşine düşmek için aynı köye geldim. Balık mevsimi olmadığından Kamil abi evde olmalıydı. Direk evine doğru yola koyuldum. Yıllar önceki o 2 odalı evin pek bir değişikliği yoktu. Yan tarafına küçük bir balkon eklenmiş ve aklımda kalan görüntü doğruysa ev kırmızıya boyanmıştı. Balkondaki adamın Kamil abi olduğunu anladım. Saç sakalı salmıştı. Sanırsam bir erkek hayatında olup bitenlere ilgisizleşince evvela saçını sakalını uzatıyordu. Belki de bu şekilde yıllarını alıkoyan hayata karşı, “Hala öldüremedin ulen!” diyordu, kim bilir?
  Balkonun bir buçuk  metrelik dış duvarına yaklaştığımda Kamil abi beni fark etti. Buyur evladım dedi. Bu karşılamaya bakılırsa beni tanıdığından söz edemezdik. Tanımadığı kim gelse bu kelimeyi diyecek gibi bakıyordu bana. “Benim.” Dedim, Galip Bey’in oğlu. Saçlarını hayata hatta tanrıya karşı salan Kamil abi; bin, iki bin yıl önce doğsa bir filozoftan ayıramazdık. Ayyaşlığı nedeniyle muhtemelen  Aristippos  olurdu bu adam. Ama  Aristippos rakı içer miydi bilmiyorum.
 Bilincini, gözlerinin ardındaki sonsuz deryada yakalayıveren Kamil abi, “ha dedi, ulan sen ne kadar büyüdün böyle köftehor! Gel, gel uzakta kalma otur bakayım şöyle. İçiyorsun demi? bi bardak şeyapayım sana hemen. Hatun! Misafir var bir bardak veriver, yanına da az daha beyaz peynir çıkar.”
   El işçiliği kasadan bozma bir masanın başında oturuyordu Kamil abi. Önünde duran yıllar önce aldığı Yeni Rakı şişesinin içinde de muhtemelen el yapımı rakısı vardı. Mezeler, bardaklar derken hemen başucunda bir dolma kalem ve bir defter… Defter de herhalde meydandaki tekel bayisinin veresiye defteriydi. Demlenmeye yeni başlamış, ben gelmeden biraz önce gözleri dolmuştu belli. Hala ufak da olsa dalgın tavrıyla dünyanın en iyi ressamının elinden çıkmış en iyi sarhoş tablosunu canlandırıyordu sanki. Levent Kırca gelse ona içmeden sarhoşluğu öğretirdi bu adam. Çünkü sarhoş taklidi yapmıyordu, içince de sarhoş olmuyordu. Bu adam sarhoşluğu yaşıyordu.
  “Abi ben uzun kalmayacağım aslında, bir soru sormak için geldim yanına. Onu soruğ kalkacağım hemen.” Diyebildim bakışlarının arasından. Sakallarının arasından gülümsemeye benzeyen bir hareketliliğin ardından, “ulan puşt, yıllar olmuş, gelmişsin bana fazla kalmayacağım diyorsun. Aklını alırım bak senin otur oturduğun yerde.” Dedi ve sigarasını öldürüp, özgürlüğe fırlattı. Kafasını çevirdi “ Hatun! Kime diyorum  lan ben ? getirsene şu bardağı.” Tekrar bana döndü, “ kusura bakma sen de, biraz yorgun bu aralar. Yaşlandık anasını satayım. ondan herhalde. Sor bakalım sorunu sen merak ettim bak şimdi, seni buraya getirdiyse önemli olmalı ha?”
  Derin bir nefes aldım, hiçbir şey beklemiyordum, sonuçta köyde hayatını hammalıkla geçirmiş bir adama Spinoza okudun mu diye soracaktım. “Abi sen Spinoza okudun mu?”
Biraz duraksadı, sanki sorum büyü gibi tüm sesleri kesmişti. Kamil abinin gözleri de, sözlerimden nasibini alıp kısıldı. Tam o esnada yanımıza gelen Makbule yenge bardağı koyuyor, beyaz peyniri tazeliyordu. Masadaki sallantı nedeniyle bir an gerçek dünyaya dönmek zorunda kaldık. Kamil abi rakıyı bardağıma koydu, suyunu ekledi. Eli alışmıştı adamın tabi, en demlisinden bir duble. Bu benim gözümü değil hayatımı karatırdı.
  Sonra bir sigara yaktı, çekti, üfledi. Bana baktı,
“ Baruh sipinoza mı ?”


Yorumlar