BARUH SİPİNOZA 2
“evet” dedim, “BA RUH
Sİ Pİ NO ZA”. Eski suskunluk daha da dirençli bir şekilde dikilmişti aramıza.
Dudaklarını aralamıştı Kamil abi, alkol kokusu ile beraber bir küme ses
fırlatmıştı boşluğa. O ses havadaki atomları hareket ettirmiş, tüm o aradaki
atomlar el birliği ile bana ulaştırmıştı o sesi. Her ses kümesinin, anlamlı ya
da anlamsız olsun, ölü doğduğunu anladım o an. Kulağından buyur ederdin sesi,
allar pullar anlamlandırırdın beyninde. İster altından bir semer tak sırtına,
istersen de bir çuval. Hiçbir şey döndüremezdi onu yaşama. 4. yıllık koyulaşmış
bir kadavra gibiydi işte, soğuk ve ölü. Cansız. Cansız şeylerle nasıl
anlatabilirdi insan canlı şeyleri. O gün yaşadıklarını, geçmişte olan ama hala
bugün yaşadığı anılarını. Eskiden bıkmadan usanmadan seni seviyorum derdim
Elif’e. Artık cansız bedenleri adak diye sunmayacağım ona.
Dibine kadar
sömürülmüş kadehin yeniden yuvasına, el yapımı, sandıktan bozma masaya
indiğinde çıkardığı ses ile döndüm dünyaya. Sigarayı çoktan öldürmüştü kamil abi,
artık diğer insanlar gibi görünüyordu o da bana; ne bir yargı mensubunun
bildiği ne de kendisi tanıyan bir seri katil. Bıçakları dudaklarıydı onların.
Köşe başları gibi tutmuşlardı gül bahçelerini. Her gün, her saat ve her dakika
yepyeni tomurcukları deşiyorlardı bıçaklarıyla. Konuşuyorlardı, DAİMA. Oysa
annem hep derdi, çiçek dalında güzeldi.
“Ne diye şaşırdın lan. Doğru ya sen benim buraya gelmeden
önceki hayatımı bilmiyorsun” dedi alaycı bir ifade ile. “Ne hayatı abi? Sen
hayatın boyunca burada değil miydin? Annemler öyle derdi bana.”
“Aç bakayım şu defteri. Bak içinde neler yazıyor.” Dedi ve
parmağını deftere doğru doğrulttu. İlk geldiğimde masayı incelerken fark
etmiştim bu defteri. Küçük boyutta çizgisiz sıradan bir defterdi. Muhtemelen
bakkalın veresiye defteri olmalıydı. Defterin ilk sayfasında koskoca harflerle
“Ölü adamın defteri” yazıyordu. Defteri bir anda kapatıp Kamil abiye döndüm.
“abi ölü adam kim?” dedim. Sakallarını avuçlarıyla şöyle bir kontrol edip,
“benim dedi, Nietzsche’nin öldürdüğü adamım ben. Ben benin tanrısıyım. Herkesin
kendisinin tanrısı olduğu gibi. Ben de bana tapıyorum. Kendime emir veriyor ve
alıyorum.” Dedi.
Yutkundum ve uzun
süredir aklıma bile gelmeyen, bana hazırlanmış olan rakıdan okkalı bir yudum
aldım. Sakallarını yeniden elleriyle boğup ağzını araladı Kamil abi, “ailemin
hali vakti yerindeydi. Ben de o zamanlar yani 17 18 yaşlarımda felsefe ile
ilgileniyordum. Felsefe bölümüne bin bir tartışma ile başladım. Hoş geliyordu
okumak, gelmeyi istemediğim dünyayı anlamaya çalışmak. Dünyayı okuyordum işte,
gözlerimle. Tabi hızlıyız da o zamanlar, genciz. Bir de üzerine güzel bir
tipimiz olunca o hatun benim, o hatun senin takılıyoruz anlayacağın. Bir gün
yine bu havalarda gezinirken bir hatuna sinemaya gidelim mi dedim. Ulan demesem
belki hayatım değişecekti. Bana ne dese beğenirsin. ‘Peki ya sonra?’ dedi. Hayatımda
belki sayısız defa duymuşumdur bu sözü. Alışmıştım ne diyeceğime ya da ne
olacağına. Sigara ister misin sorusu gibi bir şeydi bu da. Ama o an öyle
saplantı ki beynime nutkum tutuldu. Kelime milyon kez yankılandı beynimde.
Direk oradan uzaklaştım. Hatuna bir şeyde diyemedik anasını satayım. Eve geldim
odaya kapandım. Sonra düşündüm, sonra dedim kendi kendime. Sonra ne olacak.
Soru daima cevabınnı getirmez. Bazen sorular, yeni sorular getirir. Sorunun
getirdiği soru ise yeni bir soruyu. Bu kısır bir döngü değildir çünkü her
soruda yeni bir soruyu bularak anlamak istediğin şeye yaklaştırır seni.”
Kamil abi içinden
platon çıkmış gibi konuşuyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hani vardır ya
insanın içinde, iki taraftan tutup zıt yönlere çeken iki melek. Onlar bile ne
olduğunu anlayamamış susup kalmıştı. Üç gündür tek lokma girmeyen bir mideye
inen su gibiydi kelimeler. Ölü ve soğuk… Midemin yani o an beyin olmadığına
emin olduğum organın duvarına çarparak yuvarlanan o sözcükler beni
susturuyorlardı. Ben rakıya dikmiş beklerken Kamil abi yeniden ağzını açtı,
dilini hareketlendirdi birkaç da ufak tükürük kondurdu yüzüme. “insanın
hayatında öyle dönemeçler olur ki, freni bozulmuş kamyon gibi hiçbir tepki
veremezsin. Hazırlıksız ve toysundur çünkü. Henüz gerçeğin şamarı yüzüne
değmemiştir. O soruda benim frenimi boşalttı, yetmedi akson uçlarımı, yetmedi
ruhumu. Düşündükçe batıyordum. Çünkü hayatın hiçbir durumda sonrası yoktu. Bir
körün yürüyüşü gibi ilerletiyorduk günlerimizi bir adım sonramızı görmeyi geç,
nerede olduğumuzu dahi bilmiyorduk. O kadın, o gün tam tamına iki kelime ile
beynimi akıttı benim. O gün ben öldüm ulan. Ben öldüm. Sonra kalktım yataktan sigara yaktım, hiç
korkmadan kendimi doğurdum. Sonra
teşhisler, ilaçlar ve raporlar. Bilmem hangi ilaçtan bir doz şu saatte al.
Sanki benim derdim küçük bir hap ile bitecekmiş gibi antidepresan veriyorlar
bana. Yer mi ulan Kamil ? her gece hap atan Kamil, 2 parça haptan mı korkacak
?” dedi Kamil abi. O an hiç unutmuyorum, karşımdakinin Kamil abi olmadığını anlamıştım.
Muhtemelen Kamil abi ile sohbet etmiyor paranormal bir olay yaşıyordum. Hiç
soğutmadı şaşkınlığımı Kamil abi. Gardımı indirdiğimin farkına varmıştı. Sanki
tepkisizliğim ile geçirdiğim süreye sinirlenip daha fazla konuşacak gibiydi.
Konuştu, çok konuştu. Susmadı. Ben sustum, o konuştu.
“bir gün annemlerle kahvaltı yaparken, ben gideceğim dedim.
Yaşım daha 23 filan. Aileden herkes zaten berbat bir halde olduğumun
farkındalardı. Hayatımda bir şeyleri değiştirmem gerektiğini düşünüyorlardı. Oğlum
insanın gözü ruhunun ya da kalbinin aynası değildir, insanın tüm bedenini
yansıtır beyini. Beyninde koca bir cevapsız soru varsa ve sana göre herkesin
beyini tembel ve bir o kadar da korkakça bu soruyu görmezden gelerek yaşıyorsa
insanlardan tiksinirsin. Ben de çevremdeki herkesten tiksinmeye başladım. Bu yüzden
bizim pederle de konuşup en az insana maruz kalacağım bir köye yerleşmeye karar
verdim. O yüzden buraya geldim. Her şeyi bıraktım, geçmişimle tek bağlantım
hala hayal meyal hatırlayabildiklerimdi. Her şeyi bıraktım ama bir tek şu
kitapları okumayı ve yazmayı bırakamadım.” Dedi Kamil abi. Ben hala
şaşkınlıktan dolayı ne olduğunu anlayamıyordum. Elimde sıkıca tuttuğum rakı
bardağının dibinde kalanları da ağzıma döküp masaya koydum. Kamil abi cebinden
bir poşet çıkarıp masaya koydu. Talaş renginde uzun süre güneşte kalmış tütün
dolu o poşete taktım gözlerimi. Ne düşünebiliyor ne de nefes almaktan başka bir
yaşam belirtisi gösteriyordum. Bardağımı okkalı bir rakıdan mahrum etmeden
doldurdu Kamil abi. Sıkıca sardığı tütününü ağzına yerleştirdi, yaktı ve iki
parmağı arasına alarak onu iyice sıkıştırdı. İlk nefesinde tütünü Harladı,
ikincisinde çıkan dumanı ruhuna kavuşturdu. Ciğerlerinden kaçan nikotini ise
özgürlüğüne…
“Demek Baruh
Sipinoza okudum mu ha? Okudum onu da okudum. Nietzsche de, Schopenhauer da,
Kant da. Hepsini okudum. Şimdiyse ben yazıyorum, şu dünyanın ne kadar değersiz
olduğunu. Bu vaazları bir imamdan çalmadım. Çabalardım eğer öte dünya olsaydı
ona kavuşmak için. Ama yok. Yok öyle bir dünya. Ne Muhammed haklı ne de İsa. Şu
bedene aha da şu cigara gibi sıkışmış; benim ben, seninse Kamil dediğin bu
bilinçte haklı değil. Bu dünyada kimse haklı değil. Ama kazanan her zaman var,
var ki kaybeden belli olsun. Her oyun ve yarış gayesini bulsun. Ama artık
biliyorum kazananın tek farkının kazandığını düşünmesi olduğunu, artık
görebiliyorum her şeyin bir oyun olduğunu. Ve ben açıkça tarafımı belirtiyorum.
OYNAMIYORUM AMINA KOYAYIM! Oynamıyorum rolümün belli olduğu oyunu. Uymuyorum yukarıdan
gönderilen kurallara. Hala ne için yaşıyorum biliyor musun?”
“Ne için yaşıyorsun abi?”
“Şu yüzlüğü bitirebilmek için.”
Yorumlar
Yorum Gönder