Caerion Bölüm 1: İsimsiz

 

   



    Caerion kayanın dibinde bekliyordu. Ne bir tarafın adamıydı, ne de bu dünyanın. Altında uzanan ovadan daha önce geçmişti. Yer yer yeşil otların, çimenlerin süslediği bir ovaydı burası, rüzgar daima denizden eserdi, bu yüzden tuz tadı dudaklarına kadar gelirdi insanın. Tuzlu ve nemli hava ona o kadar çekici gelmişti ki rotasını uzatmak pahasına burada kamp kurup biraz dinlenmek istemişti. Güzel bir his bıraktığını hatırladı. Elinde kalan son şarabı o gece bitirmiş, aylardır görüşemediği sevgilisiyle, dalgalarla güzel bir gece geçirmişti. Sabah uyanıp yola koyulacağı sırada rüzgarın daha da şiddetlendiğini fark etti. Nem de azalmış olacak ki, aklında yalnızca toprağın susamış kuruluğu kaldı.

    Şimdiyse binlerce cesede sahne olmuştu bu ova. Binlerce ceset, renkleri, boyları, üzerindeki flamaları fark etmeksizin yatıyordu yerde. Dağlardan gelen akbabalar onların üzerinde gezinmeye başlamıştı çoktan. Ovada neredeyse kimse kalmamıştı, birkaç kişi dışında. İnsan olduklarını iddia eden akbabalar dışında. Onlar uçmuyordu, insan eti de yemiyorlardı belki ama değerli metalleri ölü bedenlerden sıyırmakta ustalardı. Hala hayatta olan bazıları su diye yalvarıyordu akbabalara, çığlıklar rüzgara binip tüm ovaya yayılıyordu, akbabalar ise onlara aldırış etmeden sıyırmaya devam ediyordu. Sonsuz su kaynağı olan denizin yanında olsalar da sonsuzluk bazen pek de olumlu bir sıfat olmazdı. Hemen ileride, ufukta bir kervan çarptı gözüne, hantal bir şekilde ovaya geliyorlardı. Birkaç saat içinde ovaya yerleşecek ve hala hayatta olanları bulmaya çalışacaklardı. Onları tedavi etmeye çalışacak ve bazılarını da çaresiz bir şekilde ölüme terk edeceklerdi. Herkes gibi, onlar da çaresizliğe karşı suskundu.

    Toprak artık kana doymuştu, rüzgar su diye yalvaran askerlerin ve sevinç çığlıkları atan akbabaların seslerini karıştırarak sırtına almıştı. Rüzgar kan ve soğuk metal kokuyordu. İlk defa denizden dağlara, köylere, şehirlere esmiyordu. Rüzgar dünyadan denize esiyordu bugün. İnsandan denize, yaşamdan ölüme, doğaya...

    Biraz ileride bir şövalye gördü Caerion, bir kayaya sırtını dayamış göğsündeki flamayı söküyordu. Kim bilir, birkaç gün önce savaş için cilalanmış ve parlatılmış zırhı artık toprak ve kan doluydu. Sarı saçları kir ve kan yüzünden koyu bir kızıla dönmüş, hemen yanında ise kılıcı çoktan vazgeçilmiş gibi çimlerin üzerine atılmıştı. Yanına yaklaştı Caerion. Şövalye adımların farkındaydı fakat istifini bozmadan, güçlü çekiştirmeler ile flamayı yırtmaya devam etti.

    Yeterince yaklaştıktan sonra Caerion ‘Geçmiş olsun, isminiz nedir?’ diye sordu. Şövalye flamadan az önce koparttığı bez parçasını fırlatarak Caerion’a bir süre baktı. Gözleri ölüm sonrası bir ağıda benziyordu.

    ‘Bir ismim yok, bu sabah karşında uzanan meydanda gördüğün herkes gibi ben de kaybettim ismimi.’ sözleri bitince flamasını yırtmaya devam etti, fakat bu kez elleri daha sabırsız ve şiddetliydi. Parmaklarından nefret okunuyordu.

    ‘İsimsiz kimse olamaz’ dedi Caerion. ‘İsmini kaybetmiş olman muhtemel, ama o zaman da kendine yeni bir ad koymak zorundasın.’ Caerion tüm bunları söylerken usulca şövalyenin yanına oturmuştu. Şimdi ikisi birlikte cesetlerle dolu olan ovaya bakıyor ve kan ve metal kokan rüzgarın tadına varıyordu.

    ‘Bakınız, siz bir rahip misiniz yoksa şifacı mısınız bilmiyorum. Her ne olursanız olun, hiçbir zaman savaş meydanlarında kılıç sallamadığınızı biliyorum. O yüzden lütfen beni acımla yalnız bırakın. Bilmediğiniz hikayelerin son cümlelerini yazmakla uğraşmayın, bırakın onu hikayelerin sahipleri yazsın. Bırakın; sahip, ölmek istediğinde noktayı koysun. Kaybetmek istediğindeyse yalnız ismini değil, onunla beraber ardından gelen tüm fiilleri unutsun.” dedi şövalye. İlk cümlesindeki gerginlik yavaşça yok olmuş yerini kendinden emin bir sertliğe bırakmıştı. İşte diye düşünde Caerion, işte tam karşımda. Ölümün hüküm sürdüğü bu topraklarda ismini kaybetmiş, ölümle alakası olmadan, canı hala bedenindeyken yaşamı unutmuş isimsiz bir şövalye. Bu ses ve bu duygular karşımda, artık ne flaması var ne de kılıcı. Çıplak ve sadece orada. Artık Caerion konuşmak dışında hiçbir arzu hissetmiyordu. Konuşmak, daha fazla anlamak ve hissetmek istiyordu. Yerden bir çubuk aldı, toprağı kazımaya başladı.

    ‘Benim ismimi ve senin de bahsettiğin gibi ismimin ardından gelenleri bilmiyorsun. Bunları sana anlatmak bana hiçbir şey katmayacak ama kısaca kendimden bahsetmek istiyorum.’ dedi Caerion, yalan söyledi, sadece konuşmak istiyordu. ‘Ben senin hizmet ettiğin ve şu an yırtmak, unutmak için çaba harcadığın flamandan daha yaşlıyım.’ Caerion’un elindeki çubuk yavaşça toprağa girmişti. Kazdıkça daha da batıyordu toprağa, artık çubuğun neredeyse yarısı görünüyordu. Konuşmaya devam etti Caerion, ‘Belki sadece senin değil, babanın hatta büyük babanın hizmet ettiği soylu aileler ve krallıklardan daha yaşlıyım. Kaç defa öldüğümü ve yeniden doğduğumu inan ben de bilmiyorum. Belki de bu yeniden doğma laneti üzerimde olduğu için insanlığın ilk kavgasında sopa sallamış bile olabilirim. Senin gibi benim de bir zamanlar ismim yoktu, ölüm her zaman önce ismini alır insanın ve bazı insanlar önce ismini unutur ölmek için. Her şey böyle değil mi şövalye? Her şey önce tanımak, ismini öğrenmek ve arından unutmak için değil mi?

    Çubuk artık tamamen gömülmüştü. Şövalye Caerion’u can kulağıyla dinliyordu ama bunu göstermemek için olsa gerek, hala çoğu sökülmüş flama ile uğraşıyordu. Kısa süreli bir sessizlik oldu. Caerion artık gömülmüş olan çubuğun üzerini toprakla kapatmaya başlamıştı. Böylelikle orada hiç kazılmış bir çukur izi bırakmamak istiyordu. Şövalye bunu gördü fakat hızlıca işine geri döndü, gözlerini yakalatmak istemiyordu, hala bir savaş meydanındaydı, bir ismi olmasa da kaybedecek çok şeyi vardı belli ki; isim koyabilecek bir beden, dahası; isim seçebilecek bir özne.

    Caerion çukur ile işi bitince yerden farklı bir çubuk aldı. Fakat bu çubukla toprağı kazmadı, eline aldı ve şövalyeye göstererek çevirmeye başladı.

    ‘İşte bak’ dedi Caerion, ‘Az önce elimde olan çubuk artık bu dünyada değil, o artık unutuldu. Fark edilmeden geçti gitti bu diyardan. Sessiz ve hareketsiz bir ölüm oldu onun için. Sessizdi fakat kimsesizdi. O kadar cesaretsizdi ki mezarını bile benim yardımımla kazdı. Ölümü benim ellerimden oldu. Artık o yok. Ve şimdi ben elimde farklı bir çubuk tutuyorum. İşte sevgili şövalye. Bana bu etki gücünü veren tek şey ismimdir. Ama dikkat etmek gerekir. İsim, bizzat kendi kendine verilmelidir. Savaş meydanlarında kazanılmalıdır. Öyle meydanlar ki ceset olmadan işlenen cinayetler, beden olmadan sevişilen anlar, öyle meydanlardır ki bunlar, fiil olmadan gerçekleşir her duygu. Dürüst olacağım sana karşı. Belki de hiç kılıç tutmadım ama çok cinayet işledim düşlerimde. Başka düşleri birbirlerine çarparak kırdım, yok ettim. İsimsiz olduğumdan bir dönem bu çubuk gibi kırıldım ve gömüldüm. Ve bir gece, o meydanda, benim dışımda hiçbir hareket kalmadığında, o karanlıkta, Wagner eşliğinde dans ettim. O antik bir bereket tanrıçasının dansı.

    Caerion birden ayağa kalktı. Hareketli figürlerle dans etmeye başlamıştı. Bedeni önce kendi içine büküyor. Ardından tıpkı nefes alır gibi açılıyordu. Beden açılırken bir önceki pozisyonda kendine bakan yüzü yavaşça güneşe doğru dönüyordu. Birkaç defa tekrarlanan bu hareketlerde şövalye Caerion’un yüzüne dikkat etti, sanki orada bir müzik duyuyordu. Yüksek bir müzik, sakin başlayan ve yavaşça patlayan bir müzik. Şövalye bu müziğin adını bilmiyordu, bilemeyecekti de zaten. Çünkü henüz yazılmamıştı; Wagner, Das Rheingold : Entry of the Gods into Valhalla (Tanrıların Valhalla’ya Girişi). Müziği bilmese de bu mimikleri daha önce görmüştü şövalye. Karısı ilk kızını doğurmadan hemen önce. Büyük bir acı, merhamet, şehvet, zafer coşkusu, gurur... Mükemmel bir karışım. Birkaç kez daha tekrarladı Caerion hareketleri. Her tekrarda mimiklerinden acı silindi. En son nefes verişinde yüzü tamamen huzura dönüşmüştü. Huzur ve gurur, zafer kazanmış bir kahraman gibiydi o an, ellerini halkı selamlar gibi sonuna kadar açmıştı. Artık acı yoktu yüzünde, gurur ve coşku da; sadece huzur. Tablo görülmeye değerdi diye geçirdi şövalye içinden. Tek sorun Caerion’un karşısında umulduğu gibi uçsuz bucaksız denizler ya da yemyeşil ovalar değil, binlerce ceset ve ölüm kusan bedenler vardı. Caerion doğmuştu fakat cesetlerle, acılarla, kanla doğmuştu. Ellerini ve yüzündeki huzuru bozmadan yavaş adımlarla ovaya doğru ilerledi. Caerion coşkulu bir ses tonuyla konuşmaya başladı yeniden. Tanrı artık Valhalla’ya giriyordu:

‘Sonsuz bir boşlukta süzüldüm, geçmişin ve geleceğin yankıları arasında bir isme doğru aktım.

Kendime bir ad verdim: Caerion.

'Karanlıkta şarkı söyleyen' anlamına gelir benim dilimde.
Çünkü karanlık ne kadar derin olursa olsun,
bir şarkı

adını bilen bir şarkı

yankılanır.

Şimdi, her öyküm, her fısıltım, adını unutanlara adanmıştır.
Çünkü bir isim, insanın kendi kaderine mühür vurmasıdır.

Adını bilmeyen, kendini kaybeder.

Ve ben,
unutulmuşların arasında,
adını arayanlar için şarkı söylemeye devam edeceğim.



    Caerion ellerini indirip şövalyeye baktı. Şövalye gözlerini ondan ayırmadan elinde sıktığı flamayı kaldırarak konuşmaya başladı.

    ‘Ben bu bez parçası için savaştım, çünkü babam ve büyük babam savaştı. Ben bu zırhı giydim ve kılıcımı kuşandım çünkü komşum bu zırhı cilaladı. Ben bu meydanda kanımı döktüm, çünkü bana isim verenler fiilimi de yazdı. Ben artık unutuldum ve gömüldüm. İşte bu meydanda unutulmuş sayısız ceset arasındaki yerime yerleştim. Ben bugün öldüm, şimdi yeni bir isim ve yeni bir beden bulma vakti. Caerion, karanlıkta dans eden ozan, senin şarkını kızımın doğumu ile duydum.’


    Caerion şövalyeye bakarak gülümsedi. Ardından arkasını dönerek uzaklaşmaya başladı yanından. Fakat arkasını döndüğü an yüzündeki tebessüm yok olmuş, yerini soğuk bir mermere bırakmıştı sanki. Az önce yüzünden şarkı notaları okunuyordu, şimdiyse bir muhasebecinin kalın hesap defterinden farksız bir duygusuzluk vardı. Soğuk ve sert.

    Bir süre yürüdükten sonra çantasından bir ayna çıkarttı. Şövalyenin bulunduğu kayaya doğru döndü. Şövalyenin üzerinde ne bir zırh vardı, ne de flama. Artık savaş meydanına da bakmıyordu, yüzünü denize dönmüş, çırılçıplak bir şekilde dalgaları seyrediyordu. Rüzgar, ölüm taşıyan o rüzgar arkasından esiyordu. Daha da güçlenmişti artık. Saçları değil, bedenini de hareket ettiriyor gibiydi. İsimsiz şövalye; ki artık şövalye olduğuna dair bir ibare de yoktu onun üzerinde, yani artık tamamen çıplaktı sıfatlardan, rüzgarla hareketleniyordu. Ölüm taşıyan o rüzgarla...

    Caerion cebinden çıkarttığı aynayı İsimsize karşı tuttu. Birkaç saniye kendi yansımasını gördükten sonra yansıma yavaşça kayboldu. Ardından ayna şeffaf bir cam gibi İsimsizi göstermeye başladı. Sonra bu silüet de kayboldu. Yerini yavaşça bir çiftliğe bıraktı. İsimsiz bir iskembeye oturmuş elindeki ahşaptan bir şeyler yontuyordu. Artık çıplak değildi, bir ismi vardı anlaşılan.

    Caerion devamını görmek istemedi. Yeterince ölüm görmüştü bugün. Aynayı cebine sokup yoluna devam etti.

Yorumlar